Çok güzel bi rüya gördüm...


Dublinin soğuk sokaklarını terk ettim, yanıma biraz patates, kahve ve ekmek alarak. Üstümde bi kumaş parçası, altımda yırtık bi pantolonla. Sırtımdaki bohçam hafif. Nereye gittiğimi bile hayal edemeden, saldım ayaklarımı, gittiler. Yolculuğum uzun, yanlız ve keyifliydi.
Bi şehre vardım nihayet, yolları farklı, ışıkları farklı, insanları, havası ve süprizleri farklı. Başım yukarda gezmekten, yolumu kaybediverdim şehirde. Gidecek bi yerim yoktu, beni bekledikleri yerde kendimi kaybolmuş buldum.
Çektiler kolumdan, gel dediler, bi samanlık var, gizli bi mutfakları, kendi yaptıkları şarapları, otlarla gizledikleri bir çatı aralıkları, tepesinde bol yıldızlı bir gökyüzü ve hepberaber yazdıkları şarkıları var. Onlarla birlikte şarkı söylemek isteyen herkese uzatırlar şaraplarını... Bizde içtik şaraplarını, yıldızlarına baktık onların gözünden, hoşçakal bile demeden kapattık kapıyı üstümüzden. Nasılsa hep aradığımız ama aslında yakından tanıdığımız insanlardı.
Güneş batıvermişti, yattık, kaktık, yattık, kalktık. Aynı kentte uyandım yine.
Gözlerim şişmiş. Uyuşuğum pek, nasıl da esneyesim var, ayaklarımı sürüye sürüye gittim o beni kolumdan çekip gizli samanlığa götürenlerin yanına. Masada en özlediğim yemeği, yanında şaraptan da leziz, hiç bilmediğim, ama sohbetiyle sevdiğim bi içki ikram ettiler bana. Biz keyiflendikçe dostlar gelmeye başladı ziyarete. Gitgide daha da kalabalık olduk. Dünyanın her yerinden dostlar katıldılar zevkimize.
Dünyanın hiç bir derdini bilmeden, muhabbetimize doyamadan atık kendimizi dışarı, kentlilere karıştık. Onlarla kol kola dans ettik sokaklar kararmışken. Baktık ki biz güzelken kentin de her hücresi cıvıl cıvıl karanlıkta.
Dayanamadım başladım çocukluk topaçımla oynamaya. Onlar da geldiler. Hepberaber mızıkçılık yaptık, kimse kazanamadı, kaybetmeyi kutladık. Ben sıkıştım topaçımın ipinin arasına, bastım kahkahayı. Gülmekten kurtulamadım bir süre.
Göz ucumla bilmediğim başka bir yol görünce güle güle çıktım arasından nefesimi tutup. Yürürken bile gülüyordum. Yürüdük öylece evimize..
Ertesi gün yine güneş açtı o şehirde. Hiç görmemiş gibi yine attık kendimizi yola. Cıvılcıvıl pazar sokaklarında gezindik, yerli halkıyla sohbet ettik,Gördüğümüz herşeye dokunduk, hiç birini almadık.
Bıraktık ordaki güzellikleri, bize ikram edilen ev yapımı biralarımızla nehir kenarında başladık yine hoş sohbetimize. Nehir suyu dalgalandıkça arttı neşemiz. Kıskançlığından diğer sokakların onları da ziyaret ettik. Koca değirmeninin gölgesinde biraz kaşar, biraz biraz bira...
Eve mi gitsek acaba diye düşünmemize bile izin vermeden nehir karşımıza bir orman çıkardı, kırışık yüzlü tatlı cadının verdiği yemeklerle dolu bohçamızı açıp yemeğimizi ve şarabımızı midemize indirdik güneş batarken. Sürekli birileri uğruyor, selam edip, şarabımızdan tadıp veda ediyordu.
Sonunda bizde güzelleşmişken şehir kadar, veda ettik bizi kabul eden ormanımıza.
Ertesi güne haksızlık etmemek için kapattık gözlerimizi.
Uyandığımda yine pırıl pırıldı gün. Kent pazarına yakın dar bi sokakta oturduk. Çok uzak diyarlarda oynanan bi oyun öğretti bu adam bana. Tavla derlermiş adına.
Diğer keşfedeceklerimize ayıp olmasın diye kalktık sonra, yürüdük, yürüdük, her sokağına ayağımızı bastık. Yorulmuştuk nihayetinde. Bir ağaç gölgesinde çimlere uzandık dinlenmek için. Bir şarkı çalındı kulağımıza. Kent meydanında halk bir şenlik düzenlemiş bizi davet ediyordu. Koştuk hemen, hiç beklemeden dansettik. Dansettik, dansettik. Bir de baktık ki yine başka bir köşesinde şehrin, yine aşka bir akıntısında nehrin baldan şarap içiyoruz.
Bir özelliği varmış hem bu şarabın. Sohbetin güzel değilse tadıda güzel olmazmış.
İçmiycem ben bunu, benim geldiğim yerdekilerden çok farklı derken, yarısına geldiğimde bir de baktım ki, bitmesi yakın. Korktum, ufacık aldım yudumlarımı. Ya o güzel adamın anlattığı masallarda şarapla biterse diye.
Bir masalı şöyleydi; Buralardan çok uzaklarda küçücük cücecik insanların dışarı çıktıkları zaman kendilerini dev gibi hissettikleri bir diyarda, bir gün bir kaç cücecik insan oyun oynamaya başlamışlar. Küçüklüklerini yanlarına alarak. Ne gülmüşler birbirlerine, ne de ezmişler birbirlerini. Sadece oynamışlar, kaybeden olmamış, kazanan da. Tek elde ettikleri güzel insanlar olmuş, sahip olmadan. Ordaki iki cüce birbirinden habersiz kendilerini kaybederek o kalabalıkta oyunlarını oynamışlar dostlarıyla. İkisi birbirinin adını bile bilmemiş. Günler günleri, aylar ayları kovalarken, kendilerini aynı nehrin kenarında aynı baldan şarabı içerken bulmuşlar. Yine oyunlar oynamışlar, bu sefer birbirlerini isimleriyle çağırarak.

Bir sonraki gün güneş gözümü yakarak uyandığımda hatırladım ki yakında dönmem gerek. İçim buruldu, bu şehir çok mutlu etti beni, geri dönmek istemiyorum dedim, tam da kendimizi yine sokaklara atarken. Sonra adam dedi ki, burayı biz güzelleştirdik, her yeri güzelleştirebileceğimiz gibi, at burukluğunu üstünden.. Denedim olmadı o güneşli günde..
Güneş battığında yine aynı günde, kentin en kalabalık, en meşhur meydanında aristokratlarla, kent zenginleriyle dolmuş meyhaneler sokağında bulduk kendimizi. Hiç istemedik içeri girmeyi, yere serdik boş bohçalarımızı uzandık öylece taş yola. Keyfimizden hiç bişey görmüyoduk, ne sokağı, ne kalabalığı... Sadece bi an, yerde uzanmış sohbet ederken yine biz, biri gelip önümüze altın sikke koyup gitti.
bizi ödüllendirmek istedi, kim bilir görmekten hoşlandığı neydi o tüccarın.
Gece yine güne dönerken, döndük. Gün güneşi getirince uyandık, duramadık. Yine attık kendimizi sokağa, bir resim gördük sokakta. İçerde daha ne resimler vardır kim bilir dedik. Hiç paramız yoktu kaçak girdik içeri. Kimi resimlere uzun uzun baktık, kimilerine hiç aldırış etmeden geçtik, gittik. Yakın zamanda yaşamış bi adammış bu. İsmini hiç umursamadık. Dışarı çıktığımızda mürekkep ve kalem aldım kardeşime, üstünde son gördüğüm rüyanın ismi yazan.
Gece geldi uyuyamadım. Sabah oldu, güneş de açmadı bu sefer. Çıktım gittim, evden, kentten, ülkeden...
Ben bir rüya gördüm...

Tercümesi;
İşgal evinde müzik ve yemek, Antwerp bi günlüğüne, Rakı, Patlıcan köfte, Standup gösterisi, Pasifik parkta dans, Tırmanırken takıldım kaldım, gülme krizi, Waterloo pazarı, Nehir kenarı, bira, Değirmende columbus, parkta mangal, kofee shopta tavla, Şehir turu, Parkta önce yemek sonra konser, Nehirde tatlı şarap, film, turistik sokakların hepsi, Barlar sokağında yerde uzanıp içerken biri buyrun diyip 50 cent verdi, van gogh müzesi (başkalarının müze kartıyla), heryere bisikletle gitmenin verdiği özgürlük.
Bu da gerçek ve ruhsuz hali...
Dublin'deyim.

Yorumlar

  1. yahu bu rüyaya "çok güzel" sıfatı pek az kalmış kuzum:) Ahhh ahhh...

    YanıtlaSil
  2. sayende o rüyayı bende gördüm,benim de tadı damağımda kaldı..:)..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar